Profesyonel iş hayatına 1999 yılında NTV'de muhabir olarak başlayan Murat Gener, 2004 yılına dek NTV'de ekonomi muhabirliği, ekonomi editörlüğü görevlerini üstlendi. NTV'deki kariyeri boyunca ayrıca NTVMSNBC.COM'da "makronot" adı altında köşe yazıları hazırladı. Aynı dönemde TÜSİAD tarafından desteklenen Avrupa Postası isimli radyo programını hazırladı ve TGC en iyi radyo programı ödülünü aldı. BBC Türkçe Servisi'nin İstanbul yorumculuğunu yaptı.

06 November 2007

GELECEKTEN HABERLER VAR


İnsanoğlunun geleceğe merakı doğası gereğidir. “Acaba yarınki toplantıdan ne sonuç çıkacak?”, “Faizler daha da gerileyecek mi, yatırım yapmalı mıyım?”, “Şampiyon kim olacak?”, “Emekliliğimde nerede, hangi koşullarda yaşayacağım?”… Liste uzar gider. Herkesin kendisiyle ya da çevresiyle ilgili geleceğe duyduğu merak ve öğrenme hevesi vardır. Bu yüzdendir ki çoğu zaman falcılık mekanizması işler. Her ne kadar başlık “gelecekten haberler var” olsa da, falcılığa falan başladığım anlaşılmasın. Gelecekle ilgili merakımızı giderecek en bilimsel yolun doğru analiz yapmak olduğunu tartışmayacağım. Geleceği tahmin etmek için doğru analizin yolu önce geçmişe, sonra bugüne bakmaktan başlar. Verileri toplayıp geleceğe giden yolda nelerin gerçekleşeceğini tahmin edebildiğimiz noktada geleceği görmeye başlarız. Bunun için falcılara gerek yok.

AB’nin Geleceği

Bugünlerde Türkiye ve komşusu olan ülkelerin içinde bulunduğu stratejik koşullar nedeniyle yıllardır tartışılan bir konu daha çok merak edilir oldu. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’yle başlayan ve son dönemlerde somut olarak şekillenen Ortadoğu konjonktürü, Türkiye’nin AB ile başlayan müzakereleri, AB’nin süper güçlerinin makro - ekonomik çıkmazları, AB aday ülkelerinin gerek ekonomik gerek siyasi koşulları bu merakı daha da artırıyor.

Uzun yıllardır tartışılan soru şu: “AB’nin geleceği nasıl şekillenecek ?, Türkiye hangi AB’nin üyesi olacak?”

2. Dünya Savaşı sonrasında büyük güçlerin birlikteliğinden doğan sosyal ve ekonomik birliğin bu devasa gücü gelecekte de aynen yerinde kalabilecek mi ?

Genel Seçimler, Kuzey Irak gündemi, ABD ile ikili ilişkiler ve biraz da futbol gündemleriyle yılın ikinci yarısını tüketen Türkiye kamuoyu, AB ile ilgili gelişmeleri göremedi ya da gördü ama arka planda tuttu.

Örneğin; AB demokrasisinin önünde pürüzler mi ortaya çıkmaya başladı?, AB – Rusya görüşmeleri yeni bir açılım mıdır?, AB’nin dev güçlerinden Fransa’da yaşanan seçim süreçleri AB’nin politikalarında değişikliklere mi neden oldu?, Hollanda’nın AB’ye desteği neden azalıyor?, Kıtlık – kuraklık ve petrol üçgeni AB’de nelere neden oldu, neler oluyor?...
Ve belki de bizler için hepsinden önemlisi Türkiye hangi AB ile müzakere ediyor, hangi AB’nin üyesi olacak?... Sorular, her ne kadar kişilerin özel ilgi alanına giriyor gibi görünse de geleceği şekillendirecek yanıtları içinde barındırıyor.

Türkiye – AB Sürecinde Bulunmaz Bir Kaynak

Bu ve buna benzer nice soruların yanıtını da Eylül 2007’den bu yana Türkçe dilinde de yayın yapan http://www.euractiv.com.tr/ sitesi veriyor.

Avrupa Birliği konusunda 10 farklı dilde kapsamlı yayın yapan ve ayda 500 bin kişi tarafından izlenen ve izleyici sayısını her geçen gün daha da artıran EurActiv uluslararası haber ağının parçası olan EurActiv.com.tr, gazeteci-yazar Zeynep Göğüş'ün liderliğinde 20 Eylül 2007'de yayın hayatına başladı.

Göğüş, sitenin kuruluş hedefini Türkiye’deki özel sektörün, resmi kuruluşların ve sivil toplum örgütlerinin AB karar mekanizmalarını etkilemesini sağlayacak bir bilgi paylaşım ortamı yaratmak olarak tanımlıyor. AB komisyonlarından en güncel haberleri içinde barındıran bu bilgi paylaşım ortamı, Türkiye özelinde de AB’yi merak eden, AB ile ilgilenen ya da AB’de neler olup bittiğini gözlemleyip, geleceğin Türkiye’sinin koşullarını görmek – anlamak isteyenlere klavuz niteliğinde. Türkçe yayın yapan EurActiv.com.tr bu özelliğiyle aynı zamanda Türkiye’deki çok büyük bir boşluğu da dolduruyor.

Uzun lafın kısası EurActiv.com.tr AB’nin geleceği ile ilgili her türlü bilgiyi, belgeyi, unu, şekeri getirip önümüze koyuyor, gelecekten haber veriyor. Ve bizleri millet olarak en çok içine düştüğümüz hatadan kurtarmaya çalışıyor. Kulaktan dolma bilgilerle ahkam kesmektense, doğru ve güvenilir bilgiyi anlaşılır – sade bir Türkçeyle kullanımımıza sunuyor. Bizlere sadece helvayı yapmak kalıyor. Geleceğin AB’sini ve geleceğin Türkiye’sini merak edenlere duyurulur.

03 September 2007

MÜTEŞEBBİS AHMET


Önce rakamlar konuşacak, sonra da bizim mahallenin genç girişimci adayı Ahmet. Nam-ı diğer Müteşebbis Ahmet. Ahmet kim mi ? Bizim Ahmet, acayip yaratıcı fikirleri olan, akıllı, dinamik, birden çok yabancı dil bilen, üniversite mezunu henüz 30’lu yaşlarını bile görmemiş bir genç arkadaşımız. Bir özelliği var; ailesi günlerce nasihat etse de Nuh diyor peygamber demiyor.
Neymiş efendim illa ki kendi işini yapacakmış, kimsenin yanında çalışmazmış.

Ahmet’in öyküsüne döneceğiz ama dedik ya, önce rakamlar konuşacak.

KOBİ’LERİN ÖNEMİ
Burası Türkiye. Ülkede Küçük ve Orta Ölçekli Sanayi İşletmeleri (KOBİ’ler) imalat sanayiinde faaliyet gösteren işletmelerin yüzde 99.5’ini oluşturuyor. Ülke ekonomisinin yükünü büyük ölçüde imalat sanayi taşıyor ve bu devasa sanayideki istihdamın yüzde 61.1’i KOBİ’lerde çalışıyor. Ancak tüm bu rakamlara karşın ülkede yaratılan katma değerin içerisinde KOBİ’lerin payı sadece yüzde 27.3.

Özetle Türkiye’de KOBİ’ler çokça bulunuyor, çokça ailenin ekmek kapısı oluyor, ancak buna karşın katma değer yaratmada biraz yavaş kalıyor.

EN BÜYÜK ENGEL FİNANSMAN
- “Uluslararası rekabetin giderek yoğunlaştığı, başarının yenilik ve yaratıcılık performansına bağlandığı bir dünya ekonomisinde, küresel düşünen, eğitimli, yaratıcı bir genç girişimci kitlesi oluşturma gereği açıktır.”

- Şak şak şak şak şak ….

- “Sermayenin kıt olduğu gelişmekte olan ülkelerde, girişimcilerin yabancı sermayeyi ülkelerine çekecek iş fikirleri geliştirmeye herkesten daha çok ihtiyacı bulunmaktadır.”

- Şak şak şak şak şak …

- “İnsan kaynaklarımızı bu yönde geliştirecek, bölgesel potansiyellerin yabancı sermaye ile buluşmasını sağlayacak AB Lizbon Stratejisi ile uyumlu bir “Girişimcilik Politikası” üzerinde çalışmanın tam zamanıdır.”

- Şak şak şak şak şak ….

Konferans bittiğinde çok mutluydu, Ahmet. Öyle ya kürsüdeki yetkili “küresel düşünen, eğitimli, yaratıcı bir genç girişimci kitlesi oluşturma gereği açıktır” demişti. Kendi işimi kurabilirim fikri daha da netleşti Ahmet’in kafasında. “Bendeki fikirlerin kimsede olmadığını düşünüyorum, tek yapmam gereken üretime geçmeden önce finans sorununu çözmek.” diye geçirdi aklından ve kredi bulmak için koyuldu yola. Ama ne yaptıysa ne ettiyse krediyi bulamadı. Teminat vermesi isteniyordu Ahmet’ten, ama Ahmet’in fikrinden başka para eder bir şeyi yoktu.
Neden bulamadığını tam da kredi bulmak için yola çıktığı gün Ekonomist dergisinde röportajı yayımlanan TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu şu sözlerle anlatıyordu; “…girişimcilerin çoğu bankalardan kredi almakta sıkıntı yaşıyor. Başlangıç sermayesi ve risk sermayesi gibi alternatif finans kaynaklarından da gerektiği ölçüde yararlanamıyor. Özellikle yenilikçi fikirlere sahip genç girişimciler bu kurumlar tarafından temin edilen teminatları bulamıyor. Dolayısıyla birçok yeni fikir daha doğmadan ölüyor ve sağlanacak katma değer avuçlarımızın arasından uçup gidiyor…”

GİRİŞİMCİLİK KÜLTÜRÜ

Kredi arayışları teminat mektubu sorununa takılan, bu arada finansman sıkıntısını çözse bile önünde onu bekleyen, idari, yasal ve teknik sorunların olduğunu çok iyi bilen Ahmet’in katıldığı tüm seminerlerde, konferanslarda, okuduğu ilgili tüm yayınlarda dikkatini çeken bir konu daha vardı. “Lizbon Stratejisi ve AB’nin Girişimcilik Politikası”. Tamam işte bu kez oldu. Bu konunun üzerine gitmeliyim diye düşündü Ahmet. Ve başladı araştırmaya.

Araştırdıkça yaşadığı sorunların çözümünün çok kolay olduğunu gördü;

Araştırmasının hemen başında AB’nin politikaları gereği bir girişimcilik kültürü aşılamaya çalıştığını öğrendi, umutlandı.

Henüz bizim ülkemizde bu kültür yeterince oturmamış olabilir ama olsun canımızı sıkmayalım dedi kendi kendine. Ne olacak ki, devletimiz bankacılık sektörü başta olmak üzere girişimcilik alanına yatırım yapacak özel finans kuruluşlarına ve bundan yararlanacak girişimcilere destek olur, sorunlarımız çözülür.

Sonra bu destek paketine özellikli kişiler sınıflandırılarak seçilebilir. Mesela kendi işini kurmak isteyenler bir sınıfta olurlar. İşini yenilemek isteyenler bir sınıfta olurlar, yeni iş kurmuş ama sorun yaşayanlar bir başka sınıfta olurlar. Tüm bu sınıflar içinde özellikli kentler için ayrıca özel çalışmalar yapılabilir. Kadın girişimciler ayrıca desteklenebilir… Çözümler paketi uzayıp gidiyor.

Yaşadığı sorunların çözümü çok kolaydı. Umutlandı, Ahmet. Biraz daha araştırıp arşivlere inince tüm bu kolay çözüm yollarının yıllardır beklediğini gördü. Umutları çabuk söndü Ahmet’in. O sabah evden çıkarken “bu ülkede fikir üretmek karın doyurmuyor” demişti babası ona, geçinmek için para lazımdı.

Aradan yıllar geçti. Günlerden bir gün, mahallenin kahvesinde Ahmet’in üniversiteden sınıf arkadaşı yaptığı konuşma çalındı kulaklarımızda;

- Oğlum şu Alman markasının çıkardığı yeni makine var ya.
- Evet
- Onu var ya ben yıllar önce düşünmüştüm.
- Tabi tabi kesin düşünmüşsündür
- Ciddi söylüyorum üretime geçecektim ama işte para bulama …
- Bırak oğlum bu işleri hadi mesaiye geç kalıyoruz, azar işiteceğiz şeften kalk çabuk.

12 July 2007

İNŞAAT, EMLAK VE YAŞAM STANDARTLARIMIZ



Türkiye Cumhuriyeti 50 yılı aşkın süredir, muasır batı medeniyetleri seviyesine ulaşabilmek gayesiyle Avrupa Birliği yolunda ilerliyor. Hepimizin bildiği üzere Avrupa Birliği süreci insan hakları, kamu hakları, sosyal haklar, özgürlükler ve üretim – iç ticaret ve dış ticaret saç ayaklarında aklımıza yer etti. Ancak şunu da unutmamak gerekiyor ki Avrupa Birliği yapısı itibariyle savaşsız ve modern bir toplumsal birliktelik hareketi. İşe biraz daha farklı bir boyuttan bakarsak Avrupa Birliği gerçek anlamda, siyaset ve ekonomi yönlerinden mutluluğu yakalama projesi.

Piyasalardaki hareketlilik şu an için durağan seyrediyor, ancak seçimden sonra tüm Türkiye’yi çok ciddi hareketli günlerin beklediğini söyleyebilir ve bu savımızı da şöyle açıklayabiliriz. Bugün piyasa durgun, çünkü hem yazın sıcağıyla uğraşıyoruz hem de seçim beklentileri gündemimizde. Seçimin ardından bir cumhurbaşkanlığı seçimi krizi yaşayıp yaşamayacağımız da belirsiz. Belki yeni bir seçim daha yaşayabiliriz. Ancak öyle ya da böyle sonbahar itibariyle yurtiçinde biriken sıcak para ve halen yurtdışından katılmış diğer sermayeler hareket kabiliyetimizi artırmış durumda.

Bu yazının kaleme alındığı günlerde Türkiye’de seçim süreci tansiyonu giderek yükseliyor. Genel seçimlerde meclis sandalye sayısından pay almak isteyen siyasi partilerin neredeyse tümü artık seçim beyannameleri açıkladılar ve iş artık meydanlara kaldı. Araştırma kurumları bu seçimden nasıl bir sonuç çıkacağını az - çok kestirebiliyor olsalar da, kestirilebilen bu tahminler gerçek sonuçlar elimize ulaşmadığı sürece gerçek değil. İşin heyecanı da burada zaten. Ve işin aslı bu seçimden sonra işin gerçek heyecanını da inşaat ve emlak piyasası yaşayacak gibi görünüyor.

Bir ülke ekonomisi, Türkiye gibi herhangi bir dönemde üst üste hızla büyüdüyse ve bu büyüme iç ve dış faktörlerin etkisiyle tıpkı bugünlerde olduğu gibi bir durgunluk dönemine girdiyse piyasaları yeniden hareketlendirecek en önemli etki inşaat sektörüne güç ve destek vermektir. Bu yöntem daha önce 1930’lar krizinde ABD’de uygulanmış ve başarıya ulaşarak rüşdünü ispat etmiştir. Nitekim bunun bilincinde olan milletvekili adayı ekonomistlerin danışmanlığında hazırlanan seçim beyannamelerinde, inşaat sektörüne yapılacak yatırımlar konusunu detaylı olarak görüyoruz. Konuya devlet eliyle verilecek destek açık ve netken özel sektörün de söz konusu sektöre yani gayrimenkul ve inşaat alanına yaptığı yatırımları göz ardı etmemek lazım. Örneğin Zorlu Gayrimenkul Grubu’nun İstanbul’da satın aldığı milyonlarca dolarlık araziler, aynı grubun yine Ege bandına yapmayı düşündüğü özel yatırımlar v.s. Levent Ergül liderliğindeki grup gelecekte de Türkiye’de kentlerin silüetine sadık kalmak kaydıyle Zorlu imzasını daha pek çok yere atma iddiasında.
Türkiye’de koşullar değişirken kentlerin, kentlerdeki mahallelerin, semtlerin ve hatta en çekirdek yapıya inersek evlerin içinin şekli değişiyor. 10 yıl öncesine kadarki kent merkezleri bugün çok daha büyük. Artık İstanbul, İstanbul’un yanı sıra Kocaeli, Tekirdağ ve Bursa’yı da içine alan bir megakent olma yolunda. Emlak piyasası sadece İstanbul merkezli değil, Ege Bölgesi İzmir, İç Anadolu Ankara – Konya – Kayseri merkezli büyüyor. Bu büyüme her gün çevre illere daha da çok yansıyor. Güneyde çok özel yaşam projelerine sadece Antalya’da değil, Mersin – Adana – İskenderun bandında da imzalar atılıyor. İçinde sadece duvarların ve odaların olduğu evler değil çevresinde yaşam alanlarının, sosyal kolaylıkların, alışveriş ve spor merkezlerinin olduğu makro siteler inşa ediliyor. Değişen koşullara bağlı kalınarak yaşlı barınma evlerinin, kreşlerin, oyun ve eğlence alanlarının sıklıkla görüldüğü siteler - rezidanslar inşa ediliyor tüm ülkenin çeşitli yerlerinde.

Tüm bu gelişmeler kent yaşamını değiştiriyor. Geleceğe dönüp baktığımızda sözgelimi 10 – 20 yıl sonrasını gözlemeye çabaladığımızda da gözümüzün önüne gelişmiş kentlerde güvenlik şartları yüksek site tipi yapılanmalarda büyüyen yeni nesiller geliyor. Artık mahalle değil site arkadaşlığı kavramı oluşmaya başlıyor. Türkiye’de tüm dünya gibi hızla değişiyor. Avrupa Birliği sürecinin hedeflediği yüksek yaşam kalitesi hedefi siyaseten tutar mı tutarsa bu bizlerin ne kadar zamanını alır bilemiyoruz ancak bilinen şu ki, Zorlu Gayrimenkul Grubu gibi, Doğuş İnşaat Gibi büyük holdingler, isimlerini tek tek yazmaya kalksak bu yazıyı sayfalarca uzatacak büyük inşaat grupları, bugünkü vizyonlarına sahip oldukça hem ülkemiz daha yaşanabilir hale gelecek, hem de gelecekte yaşam kalitemiz daha da yükselecek ve daha mutlu – umutlu nesiller yetiştirebileceğiz.

Murat GENER
Girişimci – Ekonomist
muratgener@yahoo.com

03 May 2007

ZİHNİNİZİ ÖNCEDEN HAZIRLARSANIZ, PROBLEMİ ÇÖZEMEYEBİLİRSİNİZ


Profesör Richard Feynman bir teorik fizikçidir ve fiziğin savaş sonrası dönemdeki olağanüstü gelişimi sonucu ortaya çıkan karmaşaya bir düzen getirme konusunda çok şeyler başarmıştır.
1964 Albert Einstein ve 1965 Nobel Fizik Ödülü sahibi Prof. Richard Feynman sadece fizik yasalarının bugünkü kavranışına yaptığı katkılarla değil, fiziği fizikçi olmayanlar için de çekici kılma yeteneği ile tanınır ¹ . R.P.Feynman 1963 basımı Her Şeyin Anlamı kitabında şöyle der; ".. Bilimciler, şüphe ve kesinsizlikle iş görmeye alışıktırlar. Tüm bilimsel bilgi kesinsizdir. Şüphe ve kesinsizlikle ilgili bu deneyim önemlidir. Ben bu deneyimin çok büyük bir değer taşıdığına ve bilimin ötesinde de genişletilmesi gerektiğine inanıyorum. İnanıyorum ki, daha önce çözülememiş herhangi bir problemi çözmek için, kapıyı bilinmeyene aralık bırakmak zorundasınız. Tam olarak doğru biçimde kestiremediğiniz olasılığa fırsat vermek zorundasınız. Aksi takdirde, eğer zihninizi önceden hazırlarsanız, problemi çözemeyebilirsiniz." ²

Profesör Feynman’ın belirsizlik üzerine sözlerinin yazının hemen başında yer almasının nedeni Türkiye’de bugünlerde içinde yaşadığımız belirsizlik iklimi ile klasik fizik arasındaki bağı vurgulayabilmek. Feynman başlıkta da özetlemeye çalıştığım gibi problemlerin çözümü için problemlerle karşı karşıya kaldığımızda kapılardan birini mutlaka bilinmeyene, öngörülemeyene açık bırakmak zorunda olduğumuzu söylüyor. Bunu açıklarken de doğal süreçlerden bahsediyor. Örneğin; bir arkadaşımızın İstanbul’dan saat tam 00:00’da yola çıktığını biliyoruz, aracı ile saatte 100 km yol yapacak ve ulaşacağı yer 250 km uzakta. Doğal sonuç arkadaşımızın hedefe 2,5 saatte varacağı gerçeğidir. Ancak matematiksel bilimlerle iktisadi bilim bu noktada birbiriyle ters düşer. İktisat bilimcisi de 2,5 saat gerçeğine inanır ama şerhini de koyar. Ancak diğer koşullar sabit kalırsa diye.

Ellerinde açılmamış konserve kutuları ve konserve açma aleti olmaksızın kendilerini ıssız bir adada bulan fizikçi, kimyacı ile iktisatçının hikayesini bilirsiniz. Kimyacı ısıtarak açalım kutuyu der, fizikçi kapağı açmanın bir alet yardımıyla olmasında ısrar eder, iktisatçı elimizde bir konserve açma aleti olduğunu varsayarak işe başlayalım yanıtını verir. İktisat varsayımlara dayanır. Varsayımlar da hep diğer koşullar sabit kalmak kaydıyla (ceteris paribus) çalışır. Dolayısıyla iktisat varsayımlar üzerine konuşurken, iktisatçıların çoğunlukla mesleki kariyerlerini yaptıkları ekonomi dünyasında da benzer şekilde varsayımlar ön plandadır. Tıpkı bugünlerde olduğu gibi.

Varsayalım seçimlerden tek parti iktidarı çıktı. Ya da varsayalım, sandıktan koalisyon çıktı. Varsayalım, yeni kurulan meclis de tıpkı bugünkü gibi Cumhurbaşkanı seçimi için 367 sandalye yeterliliğini yakalayamadı. Ya da varsayalım, yakaladı. Varsayalım ama varsayarken belirsizliklerin de devam ettiğini göz ardı etmeyelim.

16 Mayıs 2007 günü Türkiye Cumhuriyeti’nin 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin sona ereceğini hepimiz biliyorduk. Aynı şekilde iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin gerek meclisteki grubundaki net konuşmalarında gerekse de tabanına yönelik duyurularında erken seçim ihtimalini hiç konuşmadığını hatta ve hatta Başbakan R.Tayyip Erdoğan’ın “erken seçim istemek vatana ihanettir” sözlerini gazetelerden, haber bültenlerinden takip ediyorduk. Bu da bize genel seçimin 16 Mayıs 2007 tarihinden sonra yapılacağı gerçeğini gösteriyordu.

Bu süreci yıllar öncesinden yazan onlarca köşeyazarı var, yazıları hala arşivlerde saklı. Çoğu hukuk adamı ve siyaset bilimci söyledi Mayıs 2007’nin önemini. Ama dikkate almadık, alamadık, belki de unuttuk. Araya popstar tartışmaları girdi, futbol gündeme karıştı. Zamanı gelince bakarız dedik. Doğal süreci hesaba katmadık, yumurtanın gelip kapıya dayanmasını beklemeye koyulduk hep birlikte, hem de son ana kadar. Yumurta gelip kapıya dayanınca da mini krizler yarattık hep birlikte. Bir gecede YTL’nin değerinde yüzde 4-5 oranında değer kaybı yaşadık. Zorla sıkı sıkıya tedbirlerle (tedbirlerin bedelini ağırlıkla halk ödüyor) hep beraber bedel ödeyerek çeyrek puanları üst üste koyarak aşağıya çektiğimiz iç borçlanma faizlerini bir gecede yukarıya taşıdık. 27 Nisan 2007 sabahından 30 Mayıs 2007 akşamına Türkiye’yi milyarlarca YTL zarara uğrattık.

Biliyorum bu kadar basite indirgemek siyasete de, iktisata da hakaret olur. Ama yanıldığımı sanmıyorum. Bunları da bugün burada yazıyor olmamın sebebi gelecekte bizi bekleyen gündemlere karşı hazırlıklı olmamız. Bugün yeniden bazı belirsizlikler yaşıyoruz, Temmuz 2007 sonuna dek ve belki daha sonrasında yaşamaya da devam edeceğiz. Konuyu çok çok iyi bilen hukukçu büyüklerimize bizlere yardım edin talebidir bu aslında. Gelecekte bu tür belirsizlikler yaşamaya devam edersek, mini mini krizlerin birike birike önce en alt kademedeki iktisadi aktörleri yaralayacağı açıktır. Biriken mini mini krizler ileride büyük çalkantıları beraberinde taşıyabilir. A – B – C planlarını bir an önce yapmakta hazırlamakta fayda vardır.

Tam da yazının başında alıntılarına yer verdiğim Profesör Richard P. Feynman’ın dediği gibi; “İnanıyorum ki, daha önce çözülememiş herhangi bir problemi çözmek için, kapıyı bilinmeyene aralık bırakmak zorundasınız. Tam olarak doğru biçimde kestiremediğiniz olasılığa fırsat vermek zorundasınız. Aksi takdirde, eğer zihniniz önceden hazırlarsanız, problemi çözemeyebilirsiniz."

Hadi gelin Türkiye’nin geleceğini emanet ettiğiniz şu gençleri yönetirken, yönetecekken, daha az manevra yapacağınızı, daha az bürokrasi kullanacağınızı ve hepsinden önemlisi bilimsel metod ve analizleri her zamankinden daha çok kullanacağınız kararlılığını ortaya koyun. Tam olarak doğru biçimde kestiremediğiniz olasılığa fırsat verin. Fırsat verin ki problemleri önceden çözebilelim. Biz bir yoldayız hızımız da belli “muasır medeniyetler seviyesine ulaşabilme” hedefimiz de, oraya ne zaman ulaşacağımız da belli. Krizsiz bir siyaset yaratmak elimizde.

¹ Richard P.Feynman, Her Şeyin Anlamı(1963) / Çeviri: Osman Çeviktay, Evrim yayınları (1999)
² Cornell Üniversitesi Rektörü Dale R. Corson'un 1964 Messenger Konuşmacısını Takdimi



Murat GENER
Girişimci – Ekonomist
muratgener@yahoo.com

24 March 2007

SISYPHOS’UN MUTLULUĞU


Sisyphos’u tanrılar cezalandırır. Ceza çok büyüktür. Sisyphos kocaman bir kayayı elleri ile iterek, çıplak ve yüksek bir dağa çıkarmaya mahkum edilir. Ama Sisyphos’un binbir zahmetle dağın tepesine çıkardığı kaya her seferinde aşağıya yuvarlanır. Kaya asla dağın tepesinde durmayacaktır ve bu ceza sonsuza dek devam edecektir. Sisyphos, kayanın ardından onu yukarıya çıkarmak için tekrar yamaca iner. Çünkü onun cezası kayayı yukarıya taşımaktır. Kayanın aşağıya yuvarlanıp yuvarlanmayacağı tanrıları ilgilendirmemektedir.

Mitoloji, Sisyphos’un hikayesinde yuvarlanan bir kayayı ve o kayayı yukarıya çıkarma çabası içindeki bir mahkumun öyküsünü anlatıyor. Sonsuza kadar cezalı Sisyphos, cezasını hala çekiyor. Aradan binyıllar, yüzbinyıllar, milyonyıllar geçiyor zaman değişiyor. 2007 yılının baharı geliyor. Mitolojinin geçtiği antik yunan ülkesinin hemen yakınlarında Türkiye Cumhuriyeti’nde binbir zahmetle düzlüğe çıkarılan dev ekonomi kayası yeniden aşağıya yuvarlanmaya başlıyor. Bugünün sorunu şu; kayayı dağın zirvesine tırmandırırken, ‘ekonomik büyümeden, ihracattan, borç yükünü azaltma hedefinden’ istemeden tavizler verebiliriz ve o kayayı yıllarca hep yukarıya çıkarmak zorunda kalabiliriz.

EKONOMİ BÜYÜDÜ, PEKİ YA KALKINMA ?
Türkiye Cumhuriyeti’nin makroekonomik dengesi analiz edilirken en önemli kalemlerden biri ekonomik büyümedir. Ekonomik büyüme kriz sonrası dönemde istikrarlı şekilde yönünü yukarı çevirmiş durumda. Ekonomik büyümenin ne anlama geldiğini biliyoruz. Büyüme, üretimi; üretim tüketimi ve ihracatı; tüketim ve ihracat yerli ve yabancı yatırımcı için ekonomiye güveni; güven de sarmalın sonunda yine büyümeyi getiriyor.

Rakamlar ortada, çok da derinlere inmeden ilk bakışta Türkiye ekonomisinin 2001’deki büyük krizden hemen sonra 2002’de %7.9, 2003’te %5.9, 2004’te %9.9, 2005’te %5.5 ve 2006’da %5.0 büyüdüğünü gözlemliyoruz.

Aynı dönemde yine kriz sonrasında Gayri Safi Milli Hasıla’daki kişi başına dolar rakamlarında da benzer bir istikrar göze çarpıyor. 2002’de kişi başına milli gelir rakamımız dolar bazında 2.619 dolarken, bu rakam 2003’te 3.383 dolara, 2004’te 4.172 dolara, 2005’te 4.964 dolara ve en nihayetinde 2006’da 5.216 dolara kadar tırmandı. Yani kişi başına milli gelirimiz kriz sonrası dönemden bugüne 2 kat arttı.

Normal şartlar altında bu gelişimin zenginlik ve refahı da beraberinde getirmesi gerekiyor gibi görünebilir. Ama söz konusu rakamlara bakarken yine aynı dönemde yaklaşık 2 kat artan toplam iç ve dış borç stoklarını da göz ardı etmemek gerekiyor. Artan borç rakamları o devasa kayayı aşağıya yuvarlıyor.

İHRACAT - REEL KUR ENDEKSİ
Yine rakamlardan yola çıkalım. 2002’de YTL/Dolar kuru yıl ortalaması şöyle. 2002’de 1.513, 2003’te 1.500, 2004’te 1.446, 2005’te 1.354, 2006’da 1.346, bu yazının kaleme alındığı gün itibariyle 1.4400. YTL istikrarlı değerlenmesini son 5 yıldır sürdürüyor. Buna karşın ihracat 2002 yılındaki 39 milyar dolar seviyesinden 2006 sonunda 77 milyar dolara tırmanmış durumda. Bu iyiye mi kötüye mi işaret sorusunun yanıtını da şu istatistik veriyor. 2002 yılında 48 milyar dolar olan ithalat bugün 110 milyar dolar. Dış ticaret açığında son 5 yıldaki artış ise tam 4 kat. Cari denge rakamları açık yönünde alarm veriyor. Ve her geçen gün içerdeki ve dışarıdaki siyasi dalgalanmalar devasa ekonomi kayamızı aşağıya doğru itiyor.

KONUŞARAK ANLAŞMA KÜLTÜRÜ
Yukarıdaki rakamlar elbetteki o devasa kayayı yani Türkiye’nin ekonomisini tamamıyla analiz etmeye yarar içerikte değil. Ama yine de yüksek bir dağa çıkarmaya çalıştığımız ve neredeyse yolun yarısını tamamladığımız bir dönemde kayanın elimizden kayıp düşeceğini ya da düşmeyeceğini gösterir nitelikte. Borç stokumuz artıyor, büyümemiz de; ulusal paramız değerleniyor, kişi başına düşen gelirimiz ve ihracatımız artıyor ama ithalatımız da. Tüm bu çerçevede zaten son 5 yıldır bıçak sırtında dengesini kurmak isteyen o devasa kayanın iticisi piyasaların ihtiyacı olan tek şey huzur ortamı. İşte bu yüzden olsa gerek iş dünyası siyasetçileri uyarıyor her fırsatta, Mayıs’taki Cumhurbaşkanlığı ve Kasım’daki genel seçimler öncesi konuşma ortamı yaratmak zorundayız diye.

SISYPHOS’UN KAYASI
Sisyphos’un öyküsü Albert Camus’un "le mythe de sisyphe" isimli denemesinde yer alır. Camus Sisyphos’un öyküsünü, anlamsızlığın, absürdlüğün, saçmalığın öyküsü olarak addeder. Çünkü, Sisyphos kayayı yukarıya çıkarmakla yükümlü bir mahkum olduğu ve kaya her seferinde aşağıya yuvarlandığı halde halinden memnundur, mutludur. Camus’a göre bu absürdlüğün tanımıdır.

İnsan düşünmeden edemiyor, “yoksa bizler Türkiye’de bu denli büyük bir saçmalığa, absürdlüğe mi tanık oluyoruz?” diye. 1994 krizinden başlarsak son 15 yıldır yani bir nesildir yukarıya kaya tırmandırıyor, sonra düşürüyor, sonra yine tırmandırıyor sonra yine düşürüyoruz. Dünya gelişmişleri ekonomik verileri sosyal hayata dair açılımlar için kullanırken biz hala açlık, fakirlik, büyüyememezlik, gecekonduculuk, eğitim sistemi, içinden çıkılmaz hukuksal mücadeleler ve dış siyasette söz sahibi olamamazlık sorunlarını yaşıyoruz. Yoksa bizde de Sisyphos’un hastalığı mı başladı ne dersiniz? Millet olarak bundan zevk mi alıyoruz yoksa ?

“NE İŞ OLSA YAPARIM ABİ…” VE SÜPERMEN


Öykünerek izlediğimiz gelişmiş ülkelerde işin uzmanlarından profesyonel danışmanlık desteği almak hayatın bir parçası. Sözgelimi çocuklarıyla iyi geçinemeyen aileler o ülkelerde çözümü profesyonel aile danışmanında alırken, ülkemizde anne babalar “benim çocuğum, sorunu ben çözerim” yolunu seçiyorlar. Sonuç kaybolan gençlik oluyor çoğu zaman. Yine gelişmiş ülkelerde dev şirketler iç işleyişte daralıp çoğu hizmetini dışarıdan satın alarak ayakta kalıyor ve dünyaya mal oluyorlar. Ama Türkiye’de durum çok farklı. Bizim ülkemiz “ben ne iş olsa yaparım abi”ciler ülkesi. Dışarıdan hizmet satın almak ayıp ya da beceriksizliğin bir göstergesi. Herkes Süpermen. Ve bu topraklarda bol bol kriptonit var. Hani şu Süpermen’i çaresiz bırakan malum taştan.

MİNİ KRİZ VE SONBAHAR EKONOMİSİ
Yılın son 3 aylık dönemine girerken bildiklerimizi ve bilemediklerimizi alt alta koyarak başlayalım. Önce neleri bildiğimize bakalım.

Ülkemiz, Mayıs başında yabancı yatırımcıların, biraz bizim iç dinamiklerimiz – bu makalede bu dinamiklere kriptonit diyeceğiz – biraz da yurtdışındaki etkiler nedeniyle kaçmasıyla başlayan “mini krizi” atlattı. Bunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz çünkü o günlerde aşırı dalgalanan döviz piyasaları bugün nispeten dengesini buldu. Yine o günlerde apansız fırlayan faizler gerilemeye başladı. Bu ilk bildiğimiz.

Bir diğer bildiğimiz ekonominin mevsimsel etkileri. Kuzey yarımkürede yaz bitti. Yani rehavet sona erdi. Her ne kadar yaz, sezon boyu süren büyük indirim ve taksitlendirme kampanyalarıyla geçilse de yine de kışın ilk sinyallerini verdiği bugünlerde harcamalarımız ister istemez artacak. Artan harcamalar yani yükselen talep arz eğrisini kaydıracağı için de fiyatlarda mevsimsel bir yükseliş olacak. Ama buna karşın sadece para piyasası değil reel piyasada da hareket başlayacak. Çok genelleyerek söylersek ortalıkta dolaşan para miktarı arttıkça reel sektör can bulacak.

Bu yeni dönemde Türkiye ekonomisinin büyümesi ve ekonomimizin geçen bahar sonunda yaşadığımız “mini kriz” benzeri krizlere karşı canlı kalabilmesi için en ciddi etkiyi reel piyasadaki hareketliliğin yapacağı aşikar. Merkez Bankası bir yandan enflasyonist etkileri dizginlemek adına önlemlerini aladursun diğer yanda reel piyasa canlanmak adına hareketliliği yeniden başlatacaktır. Bu etkileri en ciddi göreceğimiz yerlerden biri yine inşaat sektörü olacak.

İNŞAAT PATLAMASI
Önümüzdeki dönemde özellikle de yeni bir yaz gelene kadar özellikle inşaat piyasasının harekete geçmesini beklemekte fayda var. Ancak bu yeni dönemde bazı kısır döngüler de bizi bekliyor olacak. Şöyle ki; 1999 depreminin ardından mini değil “dev kriz”in üstesinden gelen inşaat piyasası 2001 krizinden de çıktı sonrası malum… İnşaat patlaması.

Belki Türkiye ekonomi tarihinin sayfalarında bile yer alabilecek türden bir patlama yaşadık, 2001’den 2006 başına kadar. Bu etki hala sürüyor ancak ama bugünlerde bu piyasada bazı dengesizlikler baş göstermeye başladı. Uzun yıllar boyu daralan ve daralmaya paralel talep biriktiren inşaat sektörü 2001 – 2006 arası devasa projelere imza attı. Öyle bir dönem yaşandı ki çoğu zaman üretilen projeler daha maket halindeyken satıldı. Bunun nedeni basitti. Büyük 2001 bunalımı atlatılmış, yeni bir tek parti iktidarı hem de “inşaata ağırlık vereceğim, duble yol yapacağım” gibi vaatlerle iktidara gelmişti. Yıllardır sınırlı üreten sektör artan talebe yanıt bulmakta gecikmedi. Toplu konut inşaatları ülkenin dört bir yanına yayıldı. Sonra ne mi oldu? Sonra ülkede bir anda o hep bahsini ettiğimiz iç dinamikler yani bizim kriptonit harekete geçti.

Cumhurbaşkanlığı seçimleri, danıştay saldırısı, seçim sürecine girildiğini haber veren televizyon reklamları, gazete ve televizyon haberleri v.s… Kriptonit yabancıyı ürküttü. Döviz piyasası sonra da ülke ekonomisi çalkalandı.

BİLİNÇSİZ MÜTEAHHİT PROMOSYONU
Şimdilerde özellikle son dönem inşaat patlaması zamanında bina yapan müteahhit firmalar satamamaktan şikayetçi. Çoğu inşaat firmasının adeta hızlı tüketim malları sektöründe olduğu gibi “bugün al sonra öde”, “ev al tatil kazan” gibi bilinçsiz promosyonlara başvurduğunu gözlemliyoruz.

Sonsöz bu yeni dönemde ne olacağını merak edenlere. Bu yeni dönemde inşaat sektörü yeniden kıvılcım bulacak. Yüksek maliyetlerle üretilen, bir kısmı satılan ancak büyük bölümü hala alıcısıyla buluşamamış yaşam alanlarının kısa sürede alıcıya ulaştırılması için faaliyetler başlayacak. “Kendim yaptım kendim satarım” diye düşünen inşaat firmaları bu satışları daha yaratıcı ve etkili pazarlama metodlarıyla gerçekleştirmek için profesyonellerden danışmanlık desteği alacaklar. Böylelikle de Türkiye gibi her daim bıçak sırtında yürüyen ülkemizde danışmanlık sektörünün yükselişini izleyeceğiz.

“NE İŞ OLSA YAPAMAM…”
İşte bu yüzden her ne kadar ayağını yere sağlam basmayan esnafı vursa da mini mini krizlerin gelmesi ve bu krizlerin kısa sürede derinlemesine etkiler bırakmadan karar vericilerin etkili ve zamanında tavırlarıyla kısa yoldan atlatılması iyidir. Ülkemiz bu yolla “ne iş olsa yaparım abi”cilerden kurtulup bir an önce, “ben işimi yaparım, ama yapamadığım yerde profesyonel destek alırım abi”ciler ülkesi haline gelecek. Yeni “Süpermen” danışılana denecek.

Zaten doğrusu da bu değil mi…

25 February 2007

HARİTAYA BAŞKA TARAFTAN BAKMAK


İnsan beyni en çok glikoza ihtiyaç duyarmış. Ama glikoz insan vücudunun dışarıdan satın aldığı bir ürünmüş. Beyin üretim için vücuda emredermiş. Vücut da ürettiği bu değerli kimyayı beyne gönderdikçe beyin tarafından ödüllendirilirmiş. Ayaksa yürür, else tutar, kulaksa duyar, mideyse öğütürmüş. Tüm bunların nemasını yine beyin elde edermiş. O da düşünürmüş. Ya yeni emirler verir ya da yeni eylemler planlarmış çalışanları için. Bir gün gelir beyin glikoz göndermeyi keserse organlar işe yaramaz hale gelirmiş. Vücut felç olurmuş. Ayak yürüyemez, el tutamaz, mide öğütemez olurmuş. Vücudu beyin yönetirmiş. İnsan vücudunu anlamayan dünyayı anlayamazmış. Dünya haritasını hayal ederek başlayalım. Hani şu alışageldiğimiz dünya haritasını. Avrupa merkezli olan. Karşımıza alıp baktığımızda solda Amerika kıtasını, sağda Asya kıtasını, hemen aşağıda da Afrika kıtasını gördüğümüz haritayı getirelim gözümüzün önüne. Bu haritadan yola çıkarak beyin ve diğer organlar döngüsü ile dünya dengesi arasındaki şaşırtıcı benzerliği aktarmaya çalışacağım. Bir bilim adamı dostumun hatırlatmalarıyla. Önce haritamızı saat yönünde 90 derece çevirerek işe başlayalım. Abartılı bir iktisadi ve sosyal model olmaya aday bu varsayımı bu haritayı bir insana benzeterek devam edelim. Bu abartılı varsayımda şaşırtıcı şekilde dünyanın beyninin Amerika kıtasına gittiğine, dengeyi kuran arka beynin Güney Amerika’ya yerleştiğine, midenin Avrupa’ya ve ayakların dünyanın yükünü kaldıran Asya’ya taşındığına tanık oluyoruz. Ve “insan bedenini anlayan dünyayı anlarmış” sözünden hareketle gerçek hayata doğru yolculuk ediyoruz.

EN VERİMLİ ÜRETİM BEYNE
Beyin glikoz, yani vücudun ürettiği en değerli kimyasal ile çalışıyor. Bu değerli kimyasalı yapması için diğer organlara emir, emrini yerine getirmeyene de ceza veriyor. Bizim karikatürize ettiğimiz dünya haritası modelinde ise beynin bulunduğu yerde Amerika Birleşik Devletleri (ABD) bulunuyor. Beyi(n)miz, diğer organlara (ülkelere) ürettiğiniz en değerli malın ya da hizmetin yüzde belirli bir kısmını isterim diyor. Vermeyene de ceza veriyor. Bu değerli mal ya da hizmet bazen gerçekten para ya da para eder kıymet oluyor, bazen asker tezkeresi oluyor, bazen de stratejik ortaklık. Bedenin en üstünde konuşlanan ABD bunu her zaman herkese; sözgelimi, 1994’te Meksika’ya, 1997’de Güney Doğu Asya’ya, 1998’de Rusya’ya, 2000’de Arjantin’e ve Türkiye’ye ekonomi silahını kullanarak, 2003’te Irak’a, öncesinde Afganistan’a şimdilerde de İran’a ve belki de ufukta görüldüğü üzere Kuzey Kore’ye bildik silahlar yoluyla yapıyor. Alıp verememezlik sistemi işlediğinde savaş, iç karışıklıklar, çözümsüzlükler patlak veriyor.

DÜNYA İKTİSAT TARİHİ
Eğer beyin vücudu yönetir ve yönettiği vücudun ürettiği en değerli ürünü alır tezinde hemfikirsek sıra geldi abartılı olmayan hayatın içinden gerçeklere. İktisat tarihi geleceğe ışık tutmasıyla önemlidir. Ve bu ışık bize gelecekte dünyanın ekonomik haritasının baştan aşağı değişeceğini göstermektedir. ABD, yıllardır değişmeli olarak iki ayrı kanat tarafından yönetilmektedir. Bu kanatlardan birine Cumhuriyetçiler, diğerine Demokratlar denilir. Cumhuriyetçiler hali hazırda iktidarlar. Başkan George W. BUSH. Bundan bir önceki dönemde de yine Cumhuriyetçiler vardı. Ama ondan önce Demokratlar yani hani eşi ve kızıyla Türkiye’de tatil yapan ve hep Türk dostu görüntüsü çizen, deprem çadırında burnunu Erkan bebeğe kaptıran Bill CLINTON liderliğindeki kanat iktidardaydı. Gelelim bu iki ayrı siyasi hareketi birbirinden ayıran özelliklere. En özet tanımıyla Cumhuriyetçiler “silah ve petrol” iktisadını benimser, devlet yatırımların teşvik ederek ekonomik büyümeyi öngörürler. Demokratlar ise tam aksine “bilgisayar ve para” iktisadını uygularlar. Yani paradan para kazanma ya da teknolojik yeniliklerden para kazanma iktisadını benimserler. Bill CLINTON’un iki dönem üst üste başkanlık koltuğunda oturduğu dönemle, Amerikan borsalarının rekorlar kırdığı ve Bill GATES’in dünyanın en zengin adamı olduğu dönem aynı dönemdir. Benzer şekilde petrol üreten ülkelerle yaşanan krizler (Venezuela, Irak v.s…) ve silah sanayinin yükseldiği (Irak, Afganistan v.s…) dönemle Beyaz Saray’da George W. BUSH’un ikamet ettiği dönem aynıdır.

ABD YENİLEME SEÇİMLERİ
İşte şimdi bu iki cephe Kasım ayında yapılacak yenileme seçimlerine hazırlanıyorlar. Haber ajanslarının dış haberler servislerinden gelen yorumlara göre Demokratlar bu seçimden karlı çıkacak. Zaten iki dönemdir üst üste iktidarda kalan Cumhuriyetçi kanadın ABD’de yasamayı oluşturan Temsilciler Meclisi veya Senatodan herhangi birinde çoğunluğu kaybetme ihtimali çok yüksek. Bu durumun Bush’un koltuktan inmesine kadar giden bir süreci başlatabileceği konuşuluyor.

YENİ BİR DÖNEM
Bizler içeride 2007 tarihli Cumhurbaşkanlığı ya da genel seçimleri düşüneduralım, eğer yukarıdaki senaryo gerçekleşir ve ABD’nin başına yeniden “para ve teknoloji”ci iktidar gelirse dünyanın haritasının baştan aşağıya değişeceği aşikar. Tıpkı bundan 15 yıl önce bilgisayar teknolojisi nedir çoğumuz bilmezken birden bire bir internet ve bilgisayar patlaması yaşandığı dönemdeki gibi yeni yepyeni bir dönem kapıda. Silahla yapılan savaşların biteceği yerine parayla yapılan savaşların başlayacağı bir dönem. Belki de daha tehlikeli bir dönem. Bey(n)imizin glikoza ihtiyacı var. Bu glikoz şimdilerde petrol ve silahken çok yakın gelecekte para ve bilgisayar olacak gibi görünüyor. Yatırım planlarını yeni döneme göre hazırlamak gerekiyor.

BEKLENTİLER VE GERÇEKLER


Yurdumuzun yarından itibaren Balkanlar üzerinden gelen yağışlı havanın etkisine girmesi bekleniyor. Hava sıcaklığı tüm yurtta azalabilir.

Meteorologlar ve ekonomi analistlerinin makus talihi. “Hani yağmur yağmayacaktı?” serzenişi ile “Hani enflasyon düşük kalacaktı?” sorusunu birbirine çok benzetir oldum. Elbette bu her iki beklenti analizi de bilimsel gerçeklere dayalı şekilleniyor. Meteoroloji biliminin uzmanı kamuoyuna açıklama hazırlarken bulutların nemini, hızını, yolunu hesaba katıyor. Ve analizinin sonucunu duyuruyor; “Kent yarın yağmurlu…” Ertesi gün kentin batı yakasında yaşayan birinin başına yağmur yağarken, koca kentin diğer yakasındaki başka bir vatandaş güneş banyosu yapabiliyor ve şöyle bir isyan yükselebiliyor çoğu zaman o başka bir vatandaştan; “Hani yağmur yağacaktı? Boşuna mı aldım şimdi ben bu şemsiyeyi yanıma? ”

Makro analizlerde de durum benzer. Beklentiler yıl başında açıklanıyor; “Bu yıl enflasyon gerileyecek, büyüme hızlanacak, işsizlik azalacak…” Makroekonomik sistem hesabını buna göre yapıveriyor hemen. Maaş artış hızları, kira artış hızları belirleniyor, yatırım araçlarının yıllık oranları şekilleniyor. Ancak çoğu zaman meteoroloji bilimcisinin başına gelen ekonomi bilimcisinin de başına geliveriyor. Bir yerlerden bir serzeniş yükseliyor; “Hani enflasyon gerileyecek, ülke büyüyecek, işsizlik azalacaktı?” Kronikleşen Risklerimiz Çoğu analiste göre bugün Türkiye’deki en büyük ekonomik risk cari işlemler açığı. Bu, kabul edilebilir bir tespit. Evet, ortada kuş gribi ve global trende bağlı olarak artış hızının azalması beklenen turizm geliri gibi bir risk var. Diğer yanda rekabet gücü zayıflayan ihracatçı kitlesi bulunuyor. Ve değeri artan YTL nedeniyle ülkede ithal mallara olan talep artıyor. Tüm bunlar üstüste gelince de cari işlemler dengesindeki açık tarihi rekorlara tırmanıyor. Ancak uygulanan yapısal reformlar sayesinde cari açık, kontrolün elde tutulması kaydıyla bugünün Türkiye’sinde en büyük risk değil. Daha ciddi ve kronik risklerimiz var.

KRONİK RİSKLERİMİZ
Rekorlar kırarak ekonomi büyürken, büyüme trendinin işsizlik sorununun çözümüne reel yaşamda hala yansımaması ya da hala kazançtan değil de satıştan vergi alınması gibi… Daha önemlisi global risklerimiz var. Ve bu riskler her geçen gün daha da hissedilir hale geliyor. Şöyle bir geçmişe dönüp bakalım. Türkiye’nin büyük ekonomik depresyonları hangi dönemlerde yaşadığını düşünelim. Ve bu dönemlerin global ekonomiyle ilişkisini. Sözgelimi 70’ler… Dünyadaki büyük petrol şoku yılları. Ve Türkiye, hiper enflasyonlu günler, tüp kuyrukları… Gelelim 90’lara… Dünyada petrol şoku sonrası likidite bolluğunun yarattığı “sıcak para faiz ister” yılları ve 1994 Türkiye ekonomi krizi… 90’ların sonu Rusya krizi ve malum yansımaları… 2001… Ülkeden hızla sıcak para çekilen hareketli günler. Bir gecede yüzde 40 değer yitiren TL…
DÜNYANIN HALİ BELLİ
Ve bugün… Ekonomide bahar havası esiyor. Enflasyon oranları geriliyor, hedef belli, hareket sürüyor. Büyüme rekor kırıyor, bu rekor egale edilebilir. YTL değerli, değeri artabilir. İç borçlanma artık daha az maliyetli ve daha makul vadelerde, vadeler uzayıp borçlanma daha da az maliyetli hale gelebilir. Türkiye ekonomisi artık yapısal reformlarını büyük ölçüde yerine getirdi yani kolay kolay o eski günlere dönülmeyebilir. Ancak iktisat biliminin dediği gibi. Diğer koşullar sabit kalırsa… Dünyanın Hali “Yarın yabancı sermaye girişindeki bir yavaşlama ve güven ortamında zayıflama bizleri zora düşürebilir. Bu nedenle güven ve istikrarın korunmasında hepimize görev düşüyor.” Sözün sahibi Koç Holding CEO’su Bülend ÖZAYDINLI… Dünyanın hali belli. İran barış güvercinleri uçurarak dünyanın nükleer ülkelerinden biri olmayı kutluyor. ABD, İran’a uyarı üzerine uyarı gönderiyor. Ortadoğu’da kaos ve kargaşa hakim. Avrupa bölgesinden gelen mesajlar hiç de hoş değil. İşçi - öğrenci ayaklanmaları gündemde. Global düzen yeni ve hareketli bir döneme adım atıyor. Petrol fiyatları önlenemez artışını sürdürüyor. ÖZAYDINLI’nın dediği gibi yarın yabancı sermaye girişindeki bir yavaşlama ve güven ortamında zayıflama bizleri - hepimizi zora düşürebilir…

Yarın soğuk hava dalgası yurda giriş yapabilir… Baharınız güzel geçsin ümidiyle…

25 January 2007

2134 KRİZİ


Küresel borsa Ocak 2134'te çatırdamaya başladı. Ortada yaklaşan bir krize ilişkin tahminler dolaşıyordu. Dünyaya ve güneş sistemine dağılmış kolonilerde yaşayan insanların çoğu için böyle bir kriz anlayabileceklerinin çok ötesindeydi. Ne de olsa dünya ekonomisi son iki yılı önceki ikiyüz yılla kıyaslanamayacak ölçüde olmak üzere dokuz yılı aşkın bir süredir büyümekteydi...” Arthur C. CLARKE’ın “Rama” isimli romanının giriş bölümünden alınma bir paragraf.

İlginçtir, yaklaşık 25 yıl önce kaleme alındığında o günden 150 yıl sonrasını anlatan bu eser, sanki bugünü anlatıyor. Nereden mi çıktı bu büyük kriz senaryosu? Çünkü ekonomistlerin kötümser olanları hem Türkiye’de hem de dünyada risk oldu-ğundan söz eder oldular son günlerde… Kasvetli havalar Enflasyon düşüyor, faizler geriliyor, sanayi üretimi hızlanıyor, bankacılık sistemi yıllardır düşlediği istikrar ortamında ürün farklılaş-tırmanın tadını çıkarıyor… Ekonomide işler yolunda gidiyor... Ancak içten içe bastıran bir kasvet var. Özellikle üreten, ürettiğini satan, sattığını yatırıma dönüştürmeyi düşleyen kesimin içinde bulunduğu kasvetli bir hava bu. Nitekim ekonomistlerin kötümserleri de “sinyallerden” bahsedi-yorlar. İki ayrı sinyal yanıp yanıp sönüyor durmadan. “Kıyamet tefrikası” olarak sunulan ve petrol-nükleer krizlerini içine alan uluslararası senaryo bir yanda, içeride gün geçtikçe artan döviz açığı ve biraz da bu yüzden tetiklenen sürdürülebilir makro-büyüme sıkıntıları diğer yanda. Büyüme ve iç dinamikler.

Önce iç riskler. Ekonomik büyümenin finansmanı içeriden değil de bugün olduğu gibi dışarıdan sağlandığı sürece büyü-menin sürdürülebilirliği bir tartışma olmak-tan çıkar, gerçekleşmesi zor bir sürece girer. Yani büyümemiz durur. İlk risk bu. Büyümek için hammadde, ara mal, makine, teknoloji, AR-GE ithal edip son mamulü sınırlarımız dışına satmaya devam ettiğimiz sürece dış ticaret açığımız büyür. Tıpkı bugün olduğu gibi bizim gibi ülkeler için devasa olarak nitelendirilebilecek dış ticaret açıkları vermeye devam ederiz ve bir süre sonra bu yük taşınamaz hale gelir. İşte bu, büyük bir risk olarak addediliyor risk senaristi çoğu ekonomist tarafından… Konuya biraz farklı taraftan bakalım. Kore Modeli olarak da bilinen, “İçerideki üreticiyi açık açık destekle, o üretici uluslararası ticarete konu olan mallarını sıkıntısız üretsin, satsın, ülkeye döviz kazandırsın modeli” bir öneri olabilir. AB’ye entegre Türkiye’de Gümrük Birliği şartları altında bu yöntemin uygulanamazlığı aşikar. Ama çıkar yol yok mu, elbette var. Gümrük Birliği ile ihtilaf yaratacak türden tedbirleri hayata geçirmek mümkün değil, ama sanayicinin yıllardır yana yakıla istediği enerji desteğinin gerçekleşmesi durumunda bu soruna çözüm yolunda ilk adım da atılmış olur. Ve büyümeyi iç dinamikleri hayata geçirmek yoluyla sürdürebilir hale getirmek için böylelikle yola çıkılmış olur. Çözüm eski bir yöntem Sanayici özellikle enerji indirimini yıllardır talep ediyor. Bugüne kadar bu talebe yanıt verilmesi hiç de kolay değildi, ama bugünden sonra kolay. Çünkü artık Hazine’nin eli bugüne dek olmadığı kadar rahat. Hazine bugün faizleri düşürerek, daha da önemlisi vadeleri uzatarak, eskiden olduğu gibi üç ay, altı ay değil, iki yıl sonrasının borçlanma takvimini planlamaya başladı. Demek ki bugün yapılan Hazine borçlanma ihaleleri 2008’in hatta 2009’un borçlanma takvimini oluşturuyor. Ve tabii bu durum Hazine’nin elini rahatlatıyor. Artık kamu idaresi en azından orta vadede borçlanma riskini üzerinden atmış görünüyor. Kamunun borçlanma tarafında elinin nispeten rahat olmasının pek çok anlamından biri Hazine’nin artık daha kolay faiz dışı fazla verebileceği gerçeği. Şimdi dönelim enerji maliyetlerinde indirime gidilmesi durumunda büyümenin iç dinamiklerle karşılanabileceği önerisine. Bugün elimizde en azından 2008’e kadar borçlanmasını planlamış ve dolayısıyla faiz dışı fazlayı daha rahat verebilen likit sahibi olmaya aday bir Hazine var. O zaman, büyümeyi sürdürülebilir kılmak adına bu fazla likidi sanayi teşviki olarak kullanmak neden yanlış olsun? Bu yolla bu riski ortadan kaldırmış olmaz mıyız? Aksi yönde hareket etmeye devam edip dış piyasaya bağlı büyümeye devam edersek gün gelip sürdürülebilir büyümemizi cari açık riski yüzünden sıkıntıya sokmaz mıyız? Kıyamet tefrikası İki risk var diye başladık.

Diğer risk ile bitirelim. Dünya bugün İran krizini, olası bir yeni petrol şokunu ve küresel ısınma ile ilgili felaket senaryolarını konuşuyor. Türkiye ve dünya… Gezegenin bir ülkesindeyiz. İçeride risklerimiz kadar dışarıda risklerimizi de yakından izlemek ve gelecek stratejimizi çizerken dikkatimizi ülkenin değil gezegenin gerçekleri üzerine kurgulamak zorundayız. Hoşuma giden bir örnek olduğu için alıntılıyorum, “Kıyametin Tefrikası”nı aynı adlı yazısında şu cümleyle anlatmış Ömer MADRA, “ABD Enerji Bakanlığı’nın 2005 Temmuz tarihli tahminine göre dünya çapında karbondioksit salımları 2002’den 2025’e kadar, neredeyse yüzde 60 artmış olacak! 15 milyar ton CO2 tutarındaki bu akıl almaz artışın neredeyse tamamı petrol, doğal gaz ve kömür tüketiminden kaynaklanacak! ‘Eğer bu tahmin doğru çıkarsa’ diyor Hampshire College Barış ve Dünya Güvenliği Araştırmaları Merkezi öğretim üyesi Profesör Michael KLARE, ‘o zaman dünya muhtemelen eşiği geçmiş olacak: Yani, dünyanın önemli ölçüde ısınmasının, deniz seviyelerinde hatırı sayılır bir yükselmenin ve bütün bunlardan doğacak çevre yıkımının önünü almayı mümkün kılacak eşik aşılmış olacak.’

Profesör KLARE 2025’e işaret ediyor, Arthur CLARKE ise 2134’e. Bugün dünya ekonomisi de tıpkı Türkiye ekonomisi gibi hızla büyüyor. Büyümenin önünde Türkiye için iç dinamikleri hayata geçirmek gerekliliği, dünya için ise çevre ve enerjiye sahip çıkma gerekliliği var. Yoksa 2134 erken gelecek gibi görünüyor.